Bir doktor büyüğüm anlatmıştı : “ Yıllar önce Amerika’da çalıştığım hastanede bir meslektaşımla daima sürtüşürdük. Bir zaman sonra meseleyi hastane başhekimine götürdüm. Beni dikkatle dinledi ve yine aynı ciddiyet içinde, o Yahudi’dir, dedi. Ben şikayetimle verilen cevap arasında bir bağlantı kuramadığım için şaşırdım. Biraz durakladım ve bundan ne çıkar dedim. Hemen ilave etti: Evet ama sen de Türk’sün. Peki öyle olsun, fakat bundan ona ne, ona bir zararım yok ki, hem zaten biz millet olarak tarih boyunca Yahudilere bir şey yapmış da değiliz. Evet dedi, gerçekten bir şey yapmadınız. Fakat ikinci Dünya Harbinde, Varlık Vergisi ödemediği için Aşkale’ye sürdüğünüz Yahudiler ne olacak dedi. Ben ancak kulaktan duyduğum bu hadiseyi yarım yamalak hatırlar gibi oldum. Bunda benim ne suçum var dediysem de kabul etmedi. Olmaz dedi. Sen bu suçu işleyenlere mensupsun. Biraz daha konuşunca onun da Yahudi olduğunu öğrendim. Konuşmalarından İkinci Dünya Harbinden Aşkale’ye sürülen Yahudiler ile ilgili iki üç kitaptan çok daha fazlasını okumuş olduğunu anladım. Bana bu hususta o derece teferruata varan bilgiler nakletmişti ki nerede ise oraya sürülen Yahudilerin kilolarını, boylarını verecek sandım. Daha sonra benimle sürtüşen o doktoru telmihen o da bu kitapları okumuştur da, onun için seninle sürtüşmektedir…” dedi.
Lalettayin iki kişi arasın da geçen bu birkaç cümlelik konuşma aslında bizlere çok fazla şey açıklıyor. Öncelikle Filistin’de kurulan İsrail Terör Devleti’nin temelindeki mevcut potansiyeli gösteriyor. Buna ilaveten iki bin yıl sonra devlet kurmuş Yahudi’nin ruh disiplinini, kendisine saygısını, kendisi kalma hususunda ki ısrarını, bu gayeye erişmek için takip ettiği eğitim ve terbiye yöntemlerini açıklıyordu. Onlar iki bin yıl boyunca sıkıntıya düşmüş her Yahudi’nin ayrı ayrı ıstırabını kendi içlerinde duymuşlar, bu iki bin yıl boyunca nerede ve ne zaman bir Yahudi yaşamışsa onlarla kendi içlerinde bir bütünlük kurabilmişler ve bunu çocuklarına da aktarabilmişlerdi.
Aslında bu cümleler yüz yıllar boyu bir türlü derlenip toparlanamayan milletlerin içine düştükleri perişanlıkları da açıklıyor. Durum böyle olunca parçalanmış Türk Dünyası ve darma dağınık İslam Alemi aklımıza geliyor. Bulgaristan’da, Batı Trakya’da, Kıbrıs’ta Azerbaycan’da, Türkistan ve daha başka yerlerde ki Türkler ile Afganistan da, Filistin de, Bosna da, Suriye de, Irak ta ve diğer ülkelerde yaşayan Müslümanların içinde bulundukları durumlar ve çektikleri sıkıntılar ister istemez insanın zihnini meşgul ediyor.
Gerçekten bizler, esir Türkler ve ezilmekte olan Müslümanlar hakkında kaç araştırma yaptık ve bu hususta kaç eser hazırladık?
Bunun cevabı açıktır hiçbir şey yapmadık, hiç bir şey hazırlamadık. Şahsımız adına hiçbir şey yapamadıysak bile bu hususlar hakkında yazılmış kaç kitap okuduk… Bu kitaplardan kaç tanesini başkalarının okuması için tavsiyede bulunduk… Daha sonra yaşadığımız hayatta öğrendiklerimizden hareketle ülkemiz ve ümmetimizin geleceği için kafamızda ne gibi projeler kurduk ve geliştirdik… Bunları nasıl ve ne şekilde etrafımıza anlattık… Tarihimizin bizlere yüklediği bir vazifeyi ne kadar yerine getirebildik…
Hasılı bütün bunları yapamadıysak ve bu tür faaliyetlere katılamadıysak, o zaman kendimize sormalıyız: Esir Türklerin ıstıraplarını ve ezilen Müslümanların dertlerini ve kederlerini ne derece içimizde duyduk ve duymaktayız, yine bu sızıyı ne ölçüde gönlümüzde taşıdık ve taşımaktayız…
Mamafih sadece ıstırap hallerimizi değil, dünyaya medeniyet nedir diye öğretmiş olan o yüce tarihimizi de unutuyoruz, sahip çıkamıyoruz. Nesillerimize ve dünyaya anlatabileceğimiz lakin bizlere unutturulmaya çalışan, bizlerinde sahip çıkmayıp bir haber yaşadığı binlerce örnek hikâyelerimiz var. Bu vesileyle bizlere unutturulmaya çalışan Kut-ül Amare zaferimizden bahsetmek istiyorum.
Tarihler 1916‘yı gösterirken, General Townshend komutasındaki İngiliz birlikleri Bağdat’ı fethetmek amacıyla Basra Körfezi’nden kuzeye doğru ilerlemeye başlarlar.
Osmanlı ordusu arka arkaya yenilgilerle geri çekilir. Osmanlı’nın gittikçe daha zayıf düştüğünü düşünen Townshend ilerlemeye devam eder. O sıralarda 6. Ordu’nun komutanlığına atanan Halil Paşa, hilal taktiği benzeri bir taktikle 13.000 kişilik İngiliz kuvvetini Kut’ül Amare’de çevreler.
Haber ulaştığında İngiliz hükümeti askerlerinin kurtarılması için operasyon düzenlemeye karar verir. Başka cephelerden kaydırılan yaklaşık 50.000 kişilik bir kuvvetle dışarıdan kuşatmayı yarmayı denerler, fakat Halil Paşa komutasındaki 6. Ordu her saldırıyı püskürtür. Kuşatma altındaki İngiliz kuvvetleri kurtulma şanslarının kalmadığını anlayınca 13 general 481 subay ve 13.300 er mevcuduyla 6. Ordu’ya teslim olmaya karar verirler.
Halil Paşa, bu zaferden sonra yayınladığı bir mesajla tüm ordusunu kutlar:
“Arslanlarım;
Bugün Türklere şeref-ü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli gökyüzünde şehitlerimizin ruhları neşeyle pervaz ederken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah’a hamd ve şükür eylerim. Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.
Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10.000 neferini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki sayıya bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta zorlanacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale’de, ikinci vakayı burada görüyoruz. Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tamamlanan savaşımız karşısında başarılı başkaldırımızın parlak bir başlangıcıdır.
Bugüne Kut Bayramı ismini veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü geçirirken şehitlerimize Yasinler, Tebarekeler, Fatihalar okusunlar. Şehitlerimiz hayatı semada kızıl kanlarla devam ettirirken gazilerimiz de gelecekteki zaferlerimizin bekçisi olsunlar.
Bütün bu sorular ve cevapları bizleri şu noktaya götürür: Millet olmak kalabalık olmak değildir. Biz, Tarihten öğreniyoruz ki insanlar birçok zaman kalabalıkları teşkil etmişlerdir. Fakat millet olamamışlardır; buna mukabil yine pek çok millet dağılıp gitmiştir. Fakat onlar dillerini, dinlerini, değerlerini, duygularını ve ümitlerini kayıp etmedikleri için ne kadar zaman sonra bir araya gelip millet olmuşlardır…
Ülkemiz için, ümmetimiz için,
Bir vazifemizin olduğunu unutmamalıyız…
(Doktor hikayesi Prof. Dr. Ali Murat Daryal Hocamız tarafından aktarılmıştır)